Çevre Hukukunun İlke ve Özellikleri
Çevre Kanununa göre canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam çevreyi ifade etmektedir. Bu ifade doğrultusunda çevre sorunsalı kavramını yani çevre sorunlarının birbiriyle ve diğer toplumsal sorunlarla bir bütün olduğunu bilmemiz gerekir. Çevre sorunsalı yalnızca somut bazı çevre sorunlarını değil bu sorunların çözümünde bütünsel bir yaklaşım izlenmesi gerektiğini de ifade eder. Çevre sorunsalının en temel özelliklerinden birisi de bu sorunsalın ortaya çıkmasında bütün insanlık olarak suçlu olduğumuz gerçeğidir. Bu sorunların ortaya çıkmasına sebep olan insanlar aynı zamanda bu sorunlardan etkilenen insanlardır. Bu sebeple çevre sorunsalı birbirleriyle doğrudan bağlantılı birçok alanı kapsar niteliktedir.
Çevre Hukukunun Gelişimi
Çevre Hukuku ise 1970’lerde gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin yaşanmasının en önemli sebeplerinden birisi de insanların çevre sorunlarını dile getirip bu doğrultuda eylemler yapmaları ve sorunların çözümü için somut adımlar atılmalarını istemeleridir. 1970’lerde henüz bir Çevre Hukuku mevzuatı olmadığı için çevre sorunsalı yaptırımları için başvurulacak kaynaklar olan geleneksel hukuk ve özel hukuk yetersiz kalmaktaydı. Var olan hukuk kuralları, hakkında düzenleme bulunmayan bir hususu çözmede başvurduğumuz amaca göre yorum metodunun özü sebebiyle; yorumda keyfilik yapılamayacağı ve belirli sınırlar çerçevesinde kalınması gerektiği için yetersiz kalıyordu. İşte bu yaptırımların yetersiz kalması ve yeni kurallara ihtiyaç duyulması sebebiyle Çevre Hukukunun ikinci dönemi başladı.
Çevre Hukuku kendine özgü nitelikleri olan, dinamik bir hukuk dalıdır. Bu niteliklerinden birisi de disiplinler arası olmasıdır. Çevre Hukuku sadece kamu ve özel hukuk alanlarıyla değil, ekoloji, fizik, kimya ve teknik bilimler gibi alanlarla da son derece ilintili haldedir.
Bu niteliklerden bir diğeri bütünsel yaklaşımdır. Ekolojideki temel kavramlar ve veriler çevreyi de etkilemektedir. Ekolojinin en temeli varlığı olan ekosistem canlı – cansız bütün organizmaların birbirleriyle ilişkilerini gösteren bir bütünlüktür. İşte bu bütünsellik çevre hukukuna olduğu gibi aktarır ve bu nitelik çevre hukukunu mikro örnekleri esas alan geleneksel hukuktan ayıran en önemli niteliktir.
Çevre Hukukuna Bütünsel Yaklaşım
Çevre sorunlarına bakıldığında bu sorunların birbirleriyle ilişki halinde olduğu görülmektedir. Kirlilik denildiğinde hava kirliliği, su kirliliği ve toprak kirliliğini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır. Çevrenin bozulmasını ve türlerin yok olması da birbirinden ayrı düşünülecek konular değildir. Ayrı başlıklar altındaki çevre sorunları birbirleri ile sıkı ilişki içerisindedir. Bu ayrılamazlık ise bize çevre sorunlarının karmaşık ve çok yönlü bir yapısı olduğunu göstermektedir. Bu sorunların yol açtığı olumsuz etkileri giderebilmek çok zor, hatta çoğu zaman da imkansızdır.
Çevre sorunsalı insanlar arasında halen yaşanan ve daha önce yaşanmış çatışmaları da içerir. Sorunsalın en önemli noktası, menfaat çatışmalarının belirlenmesi ve kamu yararı çerçevesinde çözümlenebilmesidir. İşte bu çatışan menfaatleri hukuka uygun bir şekilde çözümlemek ve bu sorunların önüne geçmek çevre sorunsalının en önemli işlevidir.
Çevre hukukun bir diğer özelliği evrensellik ve zamana uyum sağlamasıdır. Bu nitelik vasfı itibariyle diğer hukuk dallarında da bulunur ancak Çevre hukukunda yoğun bir şekilde hissedilir. Ekolojik alanda gerçekleşen gelişmeler veya mevcut sorunların yeni boyutları, hem çevre hukuku politikasına hem de mevzuata yansıyacaktır.
Çevre kavramı bölgesel değil küresel bir kavram niteliğindedir. Bir çevre sorunsalı dünyanın belirli bir bölgesinde gerçekleşse bile küresel çapta bir etki doğurur. Örneğin yoğun fabrika aktivitesi yüzünden ozon tabakasının incelmesi sadece aktivitenin bulunduğu bölgeyi değil bütün dünyayı etkilemektedir. Bu sebeple küresellik niteliğinden dolayı küresel düzeyde sorumluluk; küresel düzeyde önlemler ve küresel düzeyde mevzuatlar oluşmanı sağlar.
Çevre Hukukunun İlkeleri
Çevre hukukunun amacı, çevreyi korumaktır. Anayasamızda ve Çevre Kanunumuzda çevrenin iyileştirilmesi, çevrenin geliştirilmesi ve kirliliğin önlenmesi gibi kavramlarla da bu amaç gösterilmiş ve pekiştirilmiştir.
Çevre hukukunda ilkeler, çevre hukukunun gelişimine ve değişimine katkıda bulunma, uygulamadan doğan problemlerin çözümüne rehberlik yapma, çevre hukukunun yenilikçi yapısını geliştirme ve yasama faaliyetlerinde yol gösterme gibi birçok işlevi yerine getirmektedir. Birbirleriyle bağlantı olan ve iç içe geçen bu ilkeler; önleme, iş birliği ve eşgüdüm, entegrasyon, katılım, kirleten öder ve ihtiyat ilkeleridir.
Temel ilkeler, ulusal ve uluslararası bildirge, tavsiye kararı, direktif, sözleşme, plan, program ve kanun gibi metinlerde yer almaktadırlar. Temel ilkeler, hukuki düzenlemeleri yapan yasama organına, çevre politikalarını tespit eden ve uygulayan yürütme organına ve uyuşmazlıkları çözen yargı organına yönlendirici rehber niteliğindedir. Bu ilkeler bazı metinlerde çok açık bir biçimde yer almalarına rağmen, bazılarında ise yorum yoluyla ortaya çıkmaktadır. Temel ilkelerin çevre hukukundaki bazı yeni kavramların mevzuata yansıtılmasında da rolleri yadsınamayacak seviyededir.
Çevre sorunsalının çözümünde hukuk çok etkili ve önemli bir araçtır. İşte bunun sonucu olarak çevre hakkı kavramı gelişmiştir. Çevre bütün insanları ilgilendirir ve çevre hakkı işte tam da bu yüzden bir insanlık hakkıdır. T.C Anayasası 56. maddesinde sosyal ve ekonomikler haklar ve ödevler başlığının altında çevre hakkı sağlıkla birlikte düzenlenmiştir. Aynı maddenin ilk fıkrasında herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir ifadesi bulunmaktadır.
İkinci fıkrasında ise ödev boyutu düzenlenmiş olup vatandaşlara ve devlete, çevre sağlığını ve çevreyi geliştirmek, çevre kirlenmesini önlemek ve çevre sağlığını korumak şeklinde üç ödev yüklenmektedir. Negatif statü hakkı olan yaşama hakkı yani devletin kimseyi öldürmemesi, yaralamaması ve başkasının öldürmesine yahut yaralamasına engel olma şeklinde tanımlanabilir. İşbu yaşama hakkı kapsamında herkesin sağlıklı, temiz havaya sahip, yeterli gıda alabildiği bir ortamın devletler tarafından sağlanması gerekmektedir.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de konu alan bu hususta, negatif statü haklarından olan yaşama hakkı çevreyi de kapsadığı için devletlerin bu konuda klasik duruşundan ayrılarak, pozitif haklarda olduğu gibi çevre hakkında da ödevlerini yerine getirmesi gereklidir. Devlet bu ödevini yerine getirirken etkili ve ekolojik gerçeklikleri dikkate alan bir çevre politikası oluşturmalıdır.
Önleme İlkesi
İlkelerin birbirleriyle iç içe ve karşılıklı ilişki halinde olduğunu bir kez daha belirtmek gerekir. Önleme ilkesi bu kapsamda en önemli ilkedir. Geriye kalan tüm ilkeler önleme ilkesini gerçekleştirmeyi amaçlar.
Önleme ilkesi, çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek olayların olabilecek en erken şekilde tespit edilip engellemesiyle ifade edilebilir. İlgili makamlar, çevresel sorunlar ortaya çıkmadan önce hareket ederek, çevresel tehditleri en aza indirecek yahut tehlikenin oluşmamasını sağlayacak önlemler almalıdır. Önleme ilkesi, mevcut çevresel sorunsalların giderilmesini değil en baştan hiç oluşmaması için gereken önlemlerin alınmasını sağlamayı amaçlar. Çevresel sorunların henüz ortaya çıkmasından önce alınacak önlem ve tedbirler bu sorunlar ortaya çıktıktan sonra alınacak önlem ve tedbirlerden daha ekonomik ve daha faydalıdır.
Önleme ilkesi alt ilkeler barındırır. Bunlardan ilki kaynakta önleme ilkesidir. Kaynakta önleme ilkesi, kirliliği doğduğu yerde önlemeyi ifade etmektedir. Kaynakta önleme ilkesine bağlı olarak ise yakınlık ilkesi geliştirilmiştir. Yakınlık ilkesi önleme açısından çok önemlidir çünkü bu ilke kirliliğin yayıldığı yeri değil, kirliliği oluşturan etkene ulaşmamızı sağlamaktadır. Diğer bir önemi ise küresel boyutta karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin de taraf olduğu Basel Sözleşmesinde gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere atık ihraç etmelerini önlemeyi hedefleyen hiçbir ülkenin bir başka ülkeye kendi tehlikeli atığını gönderemeyeceği hükmü yer almaktadır.
Bu ilkenin hangi metotlarla gerçekleştirileceği sorusunun yanıtı da önemlidir. Gerçek anlamda önleyicilik yapılması gerekenlerin en başında gündeme geleceği için kamu hukuku yani idare hukuku en kaçınılmaz yöntemdir. Yasama kanun yaparken, kurallar düzenlenirken ve bireysel işlemlere ilişkin kararlar alırken önleme dikkate alınmalıdır. Bütün bunlara bağlı olarak ilk yapılması gereken mevzuatın ve politikanın oluşturulması sonrasında ise yaptırımlar için idarenin gözetim ve denetiminin etkili biçimde uygulanmasıdır. Bu durum Çevre Kanunumuzun ilkeler başlıklı 3. maddesinin a bendinde çevrenin bozulmasının önlenmesi ve Kanun’un kirletme yasağı başlıklı 8. maddesinin ikinci fıkrasında kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililerin, kirlenmeyi önlemekle yükümlü olduğu gibi ifadelerle yer almıştır.
Planlama vade demektir ve planlama en önemli araçtır. İşte bu yüzden gelecek kuşakları da düşünmeli ve uzun vadede ortaya çıkacak zararların tamamen ortadan kaldırılması gereklidir. Ancak bu durumun bir püf noktası bulunmaktadır. Bu da sürdürülebilir kalkınma ilkesiyle bağlantılıdır. Bir fayda – maliyet analizi yapılmalı ve bütün eksikliklerin önlenmesi konusunda hassas davranılmalıdır. Bir termik santralin 10 eksiği olduğunu düşünmeli ve 10 eksiği de ortadan kaldırmak için çaba gösterilmelidir ancak bu çaba eldeki teknoloji ile mümkün değil ya da maliyeti faydasını aşıyorsa bu noktalar titizlikle değerlendirilmelidir.
Görüldüğü üzere, sürdürülebilir kalkınmada olduğu gibi, burada da salt ekolojik yaklaşım benimsenmemiştir. Tabii ki ilk hedef -mümkünse- tüm eksi noktaları artıya çevirmektir. Sürecin işleyişi bir değerlendirmenin yapılması, bu değerlendirme doğrultusunda raporlar hazırlanması, faaliyete izin verilmesi ve faaliyetin bu izin çerçevesinde yürütülmesi; aksi takdirde, yaptırım uygulanmasıdır. İşte bu sayede gerçek uzmanların analiz ettiği raporlar hukuka uygulanabilir hale gelmektedir.
Çevresel sorunlar iç içe geçmiş vaziyette olduğu için gerçek uzmanlar bazı durumlarda kendilerini belirsizlik içinde bulabilir ve bizlere veri sunamayabilirler. İşte bu halde önleme ilkesi devreye giremeyecektir. Geleneksek yaklaşıma göre böyle durumlarda belirli bir sonuç oluşmadığı için bu faaliyete izin verilmelidir. Bu yaklaşımın hukuka yansıması ise elde veri olmadığı için zararın oluşmadığının kabulü, faaliyetin devam etmesine izin verilmesi ve ortada somut veriye dayanan bir zarar olmadığı için tazminata hükmedilememesidir.
Bu belirsizliğin giderilmesi için bilimsel çalışmalara devam edilmelidir. Karar verici organlar karar vermek zorunda olsa da idare gereken önlemleri almalıdır. Bu ilkenin uygulanabilmesi için iki seçenek mevcuttur. Bunlardan ilki yasaklamadır. Kamu hukukunda da özel hukukta da yani tüm hukuk dallarında yasaklama istisna olandır, asıl olan ise kişinin özgür ve serbest olmasıdır. Çevre hukukunda ise mevzuatlarda yapılması serbest olan sınırlı sayıdaki faaliyetler belirtilir ve bunların haricinde olan tüm faaliyetler yasaktır. Önleme ilkesinin uygulanabilmesi için kullanılan diğer yöntem ise ispat külfetidir. Bu durumun Çevre hukukuna yansıması ise faaliyeti gerçekleştirecek olanın bunun çevre sağlığına zararlı olmayacağını ispatlamakla yükümlü olmasıdır.
Önleme ilkesi ile kirleten öder ilkesi arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Önleme ilkesi zararın doğumunu engelleyici tedbirler alınmasını gerektirdiği için kirleten öder ilkesini tamamlar nitelikte ve kirletenin neden olduğu zararı ödemesini değil zararın doğumunu önlemesi istenmektedir.
İş birliği ve Eşgüdüm İlkesi
İş birliği ve eşgüdüm ilkesi, çevre sorunlarının çözümlenmesinde; devletin ve yerel idarelerin, sivil toplum kuruluşlarının, diğer bütün özel işletme ve kişilerin ortaklaşa hareket etmelerini ifade etmektedir. Bu ilkeye çevre ile alakalı evrensel metinlerin birçoğunda yer verilmiştir. 1972 yılında gerçekleştirilen Stockholm Deklarasyonun ilkeleri arasında yer alan çevrenin korunmasına ilişkin konularda uluslararası iş birliğine işaret edilmesi, 1992’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansında kabul edilen Rio Deklarasyonun ilkeleri arasında devletlerin ve halkların, deklarasyonun ilkeleri ve sürdürülebilir kalkınma alanında iş birliği yapması gibi örnekler bunu destekler niteliktedir.
Çevre sorunlarının yapısındaki değişmeler ve uluslararası anlaşmalarda gelişmekte olan ülkelerin etkilerinin artması, uluslararası iş birliğinin sağlanmasında, çok taraflı anlaşmaların kullanılmasını daha yaygın hale getirmiştir. Çevre kavramı bölgesel değil küresel bir kavram niteliğindedir. Çünkü bir çevre sorunsalı dünyanın belirli bir bölgesinde gerçekleşse bile küresel çapta bir etki doğurur. Bu durumda alınabilecek önlemlerin küresel düzeyde olmasının gerekliliği iş birliği ve eşgüdümlü çalışma ilkesini gerekli kılar niteliktedir. Çevre Kanunumuzun 3.maddesi b bendinde çevrenin korunması, çevrenin bozulmasının önlenmesi ve kirliliğin giderilmesi alanlarındaki her türlü faaliyette; Bakanlık ve yerel yönetimler, gerekli hallerde meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları ile iş birliği yapar şeklinde yer bulmuştur.
Entegrasyon İlkesi
Çevrenin korunması amacını tüm faaliyetlerimize dahil edip tüm politika, plan ve mevzuatların daha bütüncül bir yaklaşımla ele alınması entegrasyon ilkesi diğer bir deyişle bütünleştirme ilkesi olarak ifade edilir. Entegrasyon dış entegrasyon ve iç entegrasyon olarak iki şekilde yapılır.
Dış entegrasyon, çevrenin korunması düşüncesinin ve bu alanda dikkate alınması gereken esasların, bütün faaliyetler için dikkate alınmasıdır. Yani dış entegrasyon diğer politikaların belirlenmesinde ve sektörel faaliyetlerin yürütülmesinde çevrenin korunmasının dikkate alınmasını ve bu belirlenecek politika ve faaliyetlerin çevre politikası ile uyumlu olması gerektiğini anlatır.
İç entegrasyon ise çevrenin tüm bileşenlerine ilişkin mevzuat ve faaliyetlerin bütünleştirilmesi ve kodifikasyon yapılmasıdır. Ezcümle, iç entegrasyon belli çevresel öğelerin diğer öğelerden yalıtılmış halde korunmasını belirten sektörel yaklaşımın terkedilip çevrenin bütüncül bir şekilde korunmasını belirten bütünsel yaklaşımın uygulanmasını ifade eder. Bu alandaki kodifikasyon çalışmaları 1990 yılında başlamış ve 1995 yılında belirgin hale gelmiştir. Çeşitli ülkelerde yapılan kanunlarla çevre hukukun temel kavram ve ilkeleri belirlenmiş, bu kanunlarla tutarlılık sağlanmış ve yapılan mevzuatların tutarlılığı arttırılmıştır.
Çevre kavramı çok geniş bir alanı kapsamaktadır ve birbirleriyle ilişkili çok çeşitli unsurlar bu kapsama dahildir. Bu nedenle sorunlar da birbirini etkilemektedir. Örneğin ülkemizde havadaki kirliliğin suya, sudaki kirliliğin toprağa geçmesinin farkındalığı ile Hava Kirliliği Yönetmeliği, Su Kirliliği Yönetmeliği, Toprak Kirliliği Yönetmeliği şeklinde yönetmelikler çıkarılmıştır. Ancak dünyanın bütünsel yaklaşımı esas alıp kodifikasyonlar gerçekleştirirken Türkiye’nin sektörel yaklaşımı tercih etmesi oldukça üzücüdür.
Küresel düzlemde dünya 70’lerde bizim şimdi yaptığımız gibi bol bol yasa çıkarma yolunu izlemiştir. Daha sonra çevreciler bu yasaların uygulanmasını talep etmişlerdir. 80’lerde bu yasaların kağıt üzerinde kalmayıp uygulanması yönünde yoğun baskılar yapılmıştır. Uygulama evresine geçildiğinde ise bir çok bilinmeyen alanda yeni yasaların yapılmış olduğu görülmektedir. Dünyada uygulama anlamında çeşitli aksaklıkların ortaya çıkması sebebiyle geri dönüş yaşanmakta; sektörel yaklaşımların sakıncalarının anlaşılması ile bütünsel yaklaşım tercih edilmektedir.
Katılım İlkesi
Katılım ilkesi, bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol üstlenmelerini, etkide bulunmalarını ve bu şekilde de kendi yaşamlarını şekillendirecek bu sürece yön vermelerini ifade etmektedir. Katılım, bireylerin planlama ve karar alma süreçlerinin yanı sıra uygulama ve denetim sürecinde de aktif rol almalarını gerektirir. Katılım; çevresel kararların etkililiğini arttırmak, vatandaşa idari kararların alınması ve yürütülmesi sürecinin denetlenmesi imkanı sunma, devlet idaresinde şeffaflık ve alınacak idari kararlarda yerel koşulların da göz önünde bulundurulması gibi imkanlar sağlamaktadır.
Yönetim sürecine katılma, karar alma ve uygulama aşamalarında gerçekleşir. Çevre hukukunun amacı ve önleyicilik açısından asıl önemli olan ilk aşamadır. Bunun yanından uygulama aşamasındaki katılmaya, sadece hizmet alınan kararlara göre ifasından ibaret olmayıp; başvuru yoluyla idareyi ve yargıyı yönlendirme de buna dahildir. Bunlar birbiriyle bağlantılı süreçlerdir. Katılım karar alma sürecinde gerçekleşmiş ve yasal metinlere bu yönde etki edilmişse; uygulama aşamasında pek de sorunla karşılaşılmayacaktır. Buna karşın ilk aşamada katılım çeşitli nedenlerle sağlanamamış ya da alınan görüşler kararlara gereği gibi yansıtılamamışsa, bireylerin bu kararlara karşı idari ve yargısal başvuru yollarına başvurması kaçınılmaz hale gelecektir.
T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler başlığı altında çevreye ilişkin düzenleme mevcuttur. İkinci fıkrada ise ödev boyutu düzenlenmiştir. Bu fıkra, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevrenin kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir denerek vatandaşlara ve devlete bir ödev yüklenmektedir. Devlet, vatandaşlara gereken olanağı sağlamalı, vatandaşlar da çevreyi kirletmemeli ve bozmamalıdır. Yine aktif olarak vatandaşlar devlet yahut diğer özel kişiler olsun çevreyi kirletenlerin karşısına çıkmalıdır. Katılım hem bir hak hem de bir yükümlülüktür.
Çevre hakkı soyut ve esasa ilişkin bir hak olduğu için bu hakkı kullanabilmemize olanak sağlayan usuli haklar geliştirilmiştir. Bu usuli haklar birbirlerine zincirleme şekilde bağlıdır. Bu 3 hak; bilgi ve belge edinme hakkı, katılım hakkı ve yargıya başvuru hakkıdır. Katılım ilkesi için en önemli belge Aarhus isimli ve Türkiye’nin taraf olmadığı bir uluslararası bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye göre bu üç usuli hak, çevre hakkını kullanmak için gereklidir.
Bu ilke Çevre Kanunumuzun 3. maddesi e bendinde çevre politikalarının oluşmasında katılım hakkı esastır. Bakanlık ve yerel yönetimler; meslek odaları, birlikler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşların çevre hakkını kullanacakları katılım ortamını yaratmakla yükümlüdür hükmü ile yansımıştır.
Katılım ilkesinin hayata geçirilmesinin ön koşulu bilgi ve belge edinme hakkımızın olduğunun kabulüdür. Katılımın gerçekleştirilebilmesi bu hakkı kullanacak olanların katılacakları faaliyetler konusunda bilgi sahibi olmalarını gerektirmektedir. İşte bu sebeple katılım ilkesine yer veren metinlerde bu bilgi ve belgelere nasıl ulaşılacağı da gösterilmektedir. Bu bağlamda ülkemiz adına 2004 yılında yürürlülüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu önemlidir.
Yine Çevre Kanunumuzun 30. maddesinde çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir. Herkes, 9/10/2003 tarihli ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında çevreye ilişkin bilgilere ulaşma hakkına sahiptir. Ancak, açıklanması halinde üreme alanları, nadir türler gibi çevresel değerlere zarar verecek bilgilere ilişkin talepler de bu Kanun kapsamında reddedilebilir hükmü ile katılım ve bilgi edinme hakkımız vurgulanmıştır.
Kirleten Öder İlkesi
Kirleten öder ilkesi, çevre hukukunun ilk ve en temel ilkelerinden birisi olup; bu ilkenin; yarattığı kirliliğin bedelinin kirletene ödettirilmesi veya kirletenin, çevre maliyetine katlanması şeklinde tanımlanması mümkündür. Bu ilke 1972 yılında OECD tarafından ortaya koyulan bir ilkedir. OECD kirleten öder ilkesini kirletenin çevrenin kabul edilebilir bir durumda olmasını sağlamak için kamu otoritelerince belirlenen kirliliği önleme ve kontrol önlemlerinin masraflarına katlanmasıdır şeklinde ifade etmiştir. Çevre Kanunumuzun ilkeler başlıklı 3’üncü maddesinin g bendinde kirleten öder ilkesine kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kirleten veya bozulmaya neden olan tarafından karşılanır. Kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre kirletenden tahsil edilir düzenlemesiyle bu ilke ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir.
Çevre Kanunumuzda bu ilkenin önleme ilkesiyle bağlantılı olarak yükümlülük ve sorumluluk olarak iki boyutu vardır. Bu ilke potansiyel kirleticilerin faaliyetlerini yürütürken gerekli önlemleri almasını sağlamayı hedeflerken öder ibaresiyle önlemlerin alınmasının maliyetine katlanmayı ifade etmektedir. Önlemler alınmış olsun ya da olmasın, kirlilik oluşmaya başlarsa, bunu durdurma yükümlülüğü de bu kişi üzerindedir. Durdurmadan doğan masraf da işletmeyi işleten kişiye aittir. Var olan kirliliği gidermek için yapılacak masraf da tahmin edeceğiniz üzere bu kişiye aittir. Kirleten bu önlemleri almamışsa, kamu otoriteleri devreye girerek önlemleri alacaklardır. Kamu otoriteleri bu durumda masraflara katlanmış olacaklar; ancak yapılan gider kirletenden Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un hükümlerine göre tahsil edilecektir. Bizim Kanunumuzda ek olarak kirletenin gerekli önlemleri almasını beklemeksizin, kamu otoriteleri kendiliğinden bu önlemleri alabilirler hükmü yer almaktadır. Bu halde de kirletene rücu edilecektir.
Bu ilke çıkışı itibariyle ekonomik bir sebep taşısa da zamanla hukuki bir ilke haline gelmiştir. İlkenin ekonomik sebepli tanımı ise; dışşallıkların içselleştirilmesinden yani kirletenin çevrenin kabul edilebilir durumda olması için kamu otoritelerince belirlenen kirliliği önleme masraflarına katlanması gerekliliği olarak ifade edilebilir.
Çevre Kanunumuzda bu ilkenin önleme ilkesiyle bağlantılı olarak yükümlülük ve sorumluluk olarak iki boyutu olduğunundan bahsetmiştik. Çevre Kanunumuzun 28. maddesinde çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır. Çevreye verilen zararların tazminine ilişkin talepler zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren beş yıl sonra zamanaşımına uğrar hükmüyle de çevreyi kirletenin sorumluluğu anlatılmıştır.
Sonuç olarak kirleten öder ilkesi, kirletenlere sebep oldukları kirlilikle mücadelenin bedelinin ödettirilmesinin yanı sıra, çevresel zararlara neden olan kişileri bu zararları azaltmaya ve daha az zararlara neden olacak yöntemler bulmaya da teşvik etmektedir.
İhtiyat İlkesi
1970li yıllarda Almanya’da uygulanmaya başlanan ihtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre için olumsuz sonuçlar doğuracağı hususunda bir belirsizlik durumu söz konusuysa, gerçek uzmanlar tarafından bilimsel bir kanıt sunulmasını beklenmeden önleyici tedbirlerin alınması gerekliliğini ifade eder. İşte bu ilkenin ortaya çıkmasındaki en büyük sebep ise bir bilimsel belirsizlik halidir. Geleneksel hukuk elde kesin bir veri olana kadar çevreye zararlı olan faaliyetin zararsız olduğunu kabul eder ancak çevrenin korunması bakımından alınacak önlemlerin alınmaması çok ciddi tehlikeler oluşmasına sebebiyet verebilir. Yine de geri dönüşü olmayan, çok ciddi çevresel zararların ortaya çıkma olasılığı bulunduğunda, kesin bilimsel bulgular olmaması, gerekli önlemlerin alınmasına engel teşkil etmemelidir.
İhtiyat ilkesi çok yeni bir ilke olduğu için Çevre Kanununda yer almasa da imzaladığımız sözleşmelerde ve bildirgelerde yer almaktadır. Bilimsel belirsizlik kamu yönetimleri için o konuda önlem almamanın mazereti olmamalıdır.
İhtiyat ilkesi, bilimsel belirsizliğin ihtiyat ile risk arasında bir tercih yapılmasını gerektirdiği hallerde devreye girmekte, bilimsel belirsizliğin getirdiği riskin yüksek olduğu ve zarar tehdidinin giderilmez olduğu durumlarda, çevresel değerlere öncelik tanınarak çevresel riski oluşturan faaliyetlere söz konusu zarar ortaya çıkmadan önce engel olunmasını amaçlamaktadır.
Yukarıda bahsedilen bütün bu ilkeler Çevre Hukukunun gelişmesi ve uygulanması açısından son derece önemlidir.
Bu yazılarımız da ilginizi çekebilir:
- İfade Özgürlüğüne Yönelik SLAPP Davaları
- Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun
- Toplumsal Tepkinin Tutuklama Kararına Etkisi
Bu makaleye şu şekilde atıf yapılması önerilir: Mehmet Ali Yıldırım (2020). Çevre Hukukunun İlke ve Özellikleri, hukukcukafasi.com/cevre-hukukunun-ilke-ve-ozellikleri, (Erişim Tarihi: …).
Çerçi Ezgi, Çevre Hukukunun Temel İlkeleri, Anahtar Dergisi, Haziran, 2011
Gökalp Alıca Süheyla Suzan, Çevre Hukukunun Temel İlkeleri sunusu, erişim adresi: slideplayer.biz.tr/slide/13449822/
Güneş, Ahmet M, Yeni Anayasa Tartışmaları Bağlamında Çevre, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 15 / 3 (Temmuz 2011): 259-284
Sands Philippe, Principles of International Environmental Law, Cambridge University Press, Camridge, 2003, s. 249.
TURGUT, Nükhet: Çevre Hukuku, Yenilenmiş 2. Bası, Savaş Yayınevi, Ankara 2001
TURGUT, Nükhet: Çevre Politikası ve Hukuku, İmaj Yayınevi, Ankara, 2009
Mehmet Ali Yıldırım
Mehmet Ali Yıldırım (Tümünü gör)
- Çevre Hukukunun İlke ve Özellikleri - 25 Kasım 2020
1 Yorum
[…] Çevre Hukukunun İlke ve Özellikleri […]